Ruhunu Sıkı Tut, Dağılmasın!

Ruhunu Sıkı Tut, Dağılmasın!

Vücudumuz bize verilmiş değerli, karmaşık ama en mükemmel makina aslında. Fakat tamamen bizim sorumluluğumuzda olan ve bize emanet edilen bu beden üzerinde ne kadar söz sahibiyiz, hiç düşündünüz mü? 

Her yıl değişen moda anlayışları, çevremizi saran medya araçlarının sunduğu güzellik ve yakışıklılık algıları, herkesin peşinden sürüklendiği, dış görünüşü ve estetiği dayatan akımlar, detokslar, diyetler… Üstelik bu algılar sadece fiziksel değil; “Travmalarımızdan nasıl kurtuluruz?”, “Psikolojik olarak karşımızdakini nasıl ikna ederiz?”, “Hangi yöntemlerle insanları manipüle edebiliriz?” gibi sorulara da kestirme cevaplar sunuluyor her şeye. 🙂

Durmuyoruz, duymuyoruz, dinlemiyoruz, araştırmıyoruz, önemsemiyoruz; medya aracılığıyla bize dayatılan her şeyi sorgulamadan kabul ediyoruz.

Ruhumuz Geride Kaldı!

“Meksika'da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle (Kızılderili) yola koyulur. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere otururlar ve öylece beklemeye başlarlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremez. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulduktan sonra tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına gelirler. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar:

-Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?

Yaşlı rehberi şöyle cevap verir:

-Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.”

Bu kısa ama derin alıntı, zamanın algımız, bedenimiz, düşüncelerimiz ve karakterimiz üzerindeki etkisini anlatan müthiş bir metafordur. Peki, zaman neden bu kadar önemli? Hiçbir şekilde telafisi olmayan zaman, aslında bir insan icadı. Güneşin ve ayın hareketlerine göre oluşturulmuş bir ölçü birimi. Günümüz dünyasında, zaman kavramına iki farklı açıdan bakabiliriz. Birincisi, batının inşa ettiği “Homokranik Zaman”, ikincisi ise dünyanın hareketine göre ilerleyen “Döngüsel Zaman”.

Sanayi Devrimi’nden sonra değişen üretim biçimi bize şunu söyledi: “Ölçülebilen her şey satılabilir.” Bu dönemde, ölçüme dayalı her şey ticaretin konusu haline geldi. Mesai kavramı da bu anlayışla doğdu; biz artık sadece emeğimizi değil, zamanımızı da satıyoruz. Bu sistem, fabrika üretiminden günümüze kadar büyük şirketlerin işleyişinde geçerlidir. Bize ne yapmamız gerektiğini, tatil, boş zaman, eğlence gibi kavramlar üzerinden dikte etmeye devam ediyorlar. Bu zaman, “Homokranik Zaman”dır.

Diğer yandan, “Döngüsel Zaman”, doğrusal bir şekilde ilerlemeyen, bunun yerine tekrar eden döngüler şeklinde işler. Örneğin, ekinlerin olgunlaşma süresi vardır; ona müdahale edemezsiniz. Yağmur “Ben tarla ekiyorum, yarın yağma” demenize izin vermez. Bu, doğanın ritmini tutan bir zaman anlayışıdır.

İnsanın her şeyin “daha fazla verim, hız, güzellik” adına metaya dönüştüğü dünyada, biz eylemlerimizin öznesi olmaktan çıktık, nesnesi olduk. Bu üretim sisteminde, bedenlerimize yapılan manipülasyonlar ve algılar hakkında ne kadar düşünüyoruz? Ne kadar farkındayız?




“Ne makine şu insan be , içine ekmek, şarap , balık , turp koyuyorsun, iç çekmeleri, gülüşler ve düşler çıkıyor.”

Nikos Kazancakis / Zorba



Bedenin ve Ruhun Beslenmesi

Şimdi gelin, bedenin somut gıdalarıyla ruhun manevi besinlerini aynı sofrada buluşturalım. Kültürün kendisinin bir endüstriye dönüştüğü bu dönemde, yalnızca bedeni beslemek yeterli değil; ruhumuzu da beslemeliyiz. Çünkü insan sadece bedenden ibaret değil. Bir buğdayın sağlıklı, doğaya uyumlu ve zehirsiz yetişmesi, ne kadar verimli olduğuna bağlı değildir; aynı şeyler ruhumuz için de geçerlidir.

İnsan Kulağından Sulanır

Mevlana’nın sözüdür bu… “ Ağaç kökünden, insan kulağından sulanır.”Ruhen ve aklen insanı beslemenin yolu ancak sözden ve sohbetten geçer. İşittiğin şey senin kalbini etkiler ve davranışlarını değiştirir. Dostlarla edilen güzel ve anlamlı sohbetler, romanların öykülerin insanı her haliyle betimleyen kelimeleri, filmlerin kurmacaların bizi sürüklediği serüvenler, bazen nasıl oyalayacağımızı bile bilemediğimiz gönlümüzle ilişkimiz… Bunların her biri ruhun beslenme kaynağıdır.




“Kulağına dikkat et, kalbin olur.”



Kelimelerin gücü, melodinin akıcılığı ve ritmin cazibesi, insanı duyduğu şeye teslim olmaya iter. Neler duyuyoruz, dinliyoruz? Nelere maruz kalıyoruz belki farkında bile olmadan.  “Popüler” müzik, genellikle basit melodiler, tekrar eden sözler ve anında yakalayan ritimler üzerine kuruludur. Bu da müziği derin bir sanatsal ifadeden çok, anlık bir tatmin aracına dönüştürüyor. Kulağımızdan içeri sızan bu akışkan ama sığ melodiler, bizi geçici bir coşkuyla doldursa da, uzun vadede zihinsel ve duygusal bir boşluk yaratabiliyor. Seslerin ve melodilerin insan ruhuna nasıl sızabildiğini, tıpkı bir suyun gözeneklerden içeri sızması gibi bilinçaltına işlendiğini gösteriyor bize. 



HAYATIN, HAYATTA KALMA TELAŞESİNE DÖNÜŞMESİ: İnsanın Gerçeği ve Hakikati 

İnsan, doğduğu andan itibaren bir gerçeğin içine düşer. Bir bedeni, bir ismi, bir ailesi vardır. Açlık hisseder, üşür, sever, üzülür. Bunların hepsi gerçektir. Gerçek, somuttur, elle tutulur, gözle görülür. Bir duvarın sertliği, bir elmanın kırmızılığı kadar belirgindir. Ancak hakikat, işte tam da bu belirginliğin ötesinde yatan bir bilmecedir.

Gerçek ve hakikat, sıkça birbirine karıştırılan iki kavramdır. Gerçek, değişebilir; oysa hakikat, değişmez. Bugün bir şehrin sokakları boş olabilir, bu bir gerçektir. Ama insanın yalnızlığına dair bir hakikat vardır ki zaman ve mekândan bağımsızdır. Gerçek anlıktır, hakikat ise ezeli ve ebedidir. Bir pencereden dışarı baktığımızı düşünelim. Yağmur yağıyor ve sokaklar ıslak. "Yağmur yağıyor" dediğimizde bir gerçek dile getirmiş oluruz. Fakat "Su, toprağı besler ve doğaya yeniden hayat verir" dediğimizde bir hakikate dokunmuş oluruz. Çünkü suyun yaşam verici olduğu bilgisi, yalnızca bugün yağan yağmura ait değil, zamanın ötesinde bir gerçektir.

İnsan, gerçeğin içinde yaşar ama hakikati arar. Bazen bir kitapta, bazen bir melodide, bazen de bir yüzün derinliklerinde onu arar durur. Hakikat, aklın kavrayışından çok sezginin hissettiği bir şeydir. Kimi zaman bir dervişin dizinin dibinde, kimi zaman bir çocuğun saf gülüşünde görünür. Gerçek değişebilir, çürüyebilir, kaybolabilir. Ancak hakikat, tüm değişimlerin ötesinde bir öz olarak varlığını korur.

Ne zaman ki insan sadece gerçeğin peşinde koşar ve hakikati unutur, işte o zaman ruhunda bir boşluk belirir, beslenemez ruhu yani. Çünkü gerçek, yalnızca bir yüzeydir. Hakikat ise o yüzeyin altındaki derinliktir. Ve insan, en çok o derinliği bulduğunda kendini tamam hisseder.

Öyleyse, sorulması gereken soru şudur: Gerçekleri mi yaşıyoruz, yoksa hakikatin peşinde mi koşuyoruz?



“İç değişirse, dış da değişir; ruh yenilenirse dünya da yenilenir. Ve dünyanın kesinlikle yenilenmeye ihtiyacı var.”

Giovanni Papini

Bu yazının başında bahsettiğimiz zaman kavramı ve üretim biçimleri, bunların teknolojiyle hayatımıza girmesi ve bir kültür haline gelmesi, çoğu şeyin anlamını kaybetmesine neden oldu.

Bu anlamsızlığın içinde kaybolmamak için neler yapabiliriz?

  • Sağlıklı ve kararında beslen, insan fıtratına uygun gıdalar tüketmeye özen göster.
  • Güzel dostlar edin, gönlüne iyi gelecek sohbetlerde bulun.
  • Kendini merak et, kendine sorular sor, cevaplar ara.
  • Gerçekleri her zaman gör, ancak hakikatin peşinden git.
  • Sürekli tüketen biri olma, tüketim çılgınlığının farkına var ve bir şeyler üret.
  • Oku, dinle, gör! Ancak değerli olanı oku, anlamlı olanı dinle, hakikatı kavrama sorumluluğunu önemse. 

Unutma: “İnsan yediğinden ibarettir.” Bu sadece mide için değil, kulak, kalp, göz, zihin için de geçerlidir!

Hayatın öyle veya böyle bir şekilde sadece hayatta kalma çabasından çok daha fazlası olduğunu keşfettiğin tüm yolların önünde açılması dileğiyle…